Aziz DAĞTEKİN Yazdı
Sokaklar sessiz ama insanın içindeki çığlıklar sağır edici. Dışarıdan bakıldığında her şey yerli yerinde gibi: Işıl ışıl vitrinler, tıklım tıklım alışveriş merkezleri, yükselen binalar, ağzına kadar dolu sofralar, son model telefonlar, kıyafetler, arabalar… Ama bir şey eksik. Hem de en önemli şey, İnsan.
Ne zaman bozulduk? Ne zaman içimizden bereketi, merhameti, edebi söküp attık da bu kadar aç kaldık? Karnımız tok ama ruhumuz aç, evlerimiz büyük ama kalplerimiz dar, sözümüz çok ama özümüz yok artık.
Çocuklar oyuncak dolu odalarda sevgisiz büyüyor. Gençler özgürlük adına mahremiyetini feda ediyor. Büyükler koltuklara, ünvanlara, bankalara iman ediyor. Sofralar dolu ama ne Bismillah var ne de Elhamdülillah. Kalabalıklar içinde yalnız, nimetler içinde nankör, teknoloji içinde tükenmiş bir nesil olduk. Herkes bir şeylere sahip ama hiç kimse mutlu değil.
Bu bir ekonomik kriz değil. Bu bir inanç, ahlak ve insanlık krizi. Ve en korkuncu, bu hale alıştık. Alıştıkça daha çok unuttuk. Unuttukça daha çok bozulduk.
Ama bu çöküş birden olmadı. Bir anda çalınmadı bizden değerlerimiz. Yavaş yavaş, sessizce, içimize sinsice çöken bir yozlaşma bu… Öyle ki farkında olmadan normalleştirdik, alışkanlık haline getirdik. Ve şimdi… Geriye dönüp baktığımızda sormamız gereken tek bir soru kaldı:
Biz ne zaman bu kadar bozulduk?
Yirminci asırın sonuna kaldık
Kızı ana, oğul baba bilmiyor…
Çobanoğlu’nun bu dizeleri sadece bir ağıt değil; aynı zamanda bir alarm ziliydi. O zil çalıyordu ama biz duymuyorduk. Kulaklarımız konforun, gözlerimiz tüketimin, kalplerimiz ise bireyselliğin çığlığıyla sağır olmuştu. Bugün geldiğimiz noktada, şükür şeceresinin dal dal kuruduğu, kanaatin küllerinin savrulduğu bir çağda yaşıyoruz. Modernlik adıyla üzeri örtülen buhranın tam ortasındayız. Peki nasıl bu hale geldik? Gelin bu bozulmuşluğumuzu 5 ana başlıkta inceleyelim.
- Şükür Unutuldu, Şikayet Mevsimi Başladı
Eskiden insanlar bir lokma ekmeğe, bir tas çorbaya, sobada yanan küçük bir oduna şükrederdi. Şükür, sadece dilde değil; davranışta, paylaşımda ve duada vardı. Şimdi elimizde çok şey var ama kalbimizde bir boşluk. Çünkü yetmez diyen bir sistemin içindeyiz. Tüketmemizi istiyorlar, mutlu olmamızı değil. Doymak yasak, tatmin olmak ayıp, kanaat ise geri kalmışlık sayılıyor.
Bugün bir ekmeği yere düşüren çocuk, onu öpüp başına koymuyor. Çünkü artık sofraya gelen nimet, kendiliğinden geldi zannediliyor. Şükür, bir refleks değil; unutulmuş bir öğreti. Şükretmeyen, sahip olduklarına da nankörlük eder hâle geliyor.
- Kanaat Bitince Hırs Bayraklaştı
Eskiden azıcık aşım, kaygısız başım denirdi. Şimdi herkes daha çok, daha fazla, daha lüks istiyor. Yetinmek küçümseniyor. Bu kadarla geçinilir mi? cümlesi, kanaat sahiplerine acıyarak söyleniyor. Oysa kanaat, zenginliğin ruhudur. Hırsın arttığı yerde huzur azalır.
Bir köyde çobanlık yapan adamın mutluluğu vardı. Bugün ise plazalarda çalışan binlerce insan, pahalı arabasında yalnızlıktan ağlıyor. Çünkü hırs, insanı önce yoksullaştırır, sonra yutar.
- Ahlak ve Mahremiyet Kaybı: Haya Terk-i Diyar Etti
Mini etek çıktı kalmadı haya
İğne iplik gömlek yama bilmiyor…
Bu sadece bir kıyafet eleştirisi değildir. Bu, hayatın sadeliğinin, utanmanın ve sınırın kaybolmasının ifadesidir. Eskiden örtünmek sadece bedeni değil, aynı zamanda kalbi ve dili de kapsardı. Bugün ekranlarda, sokakta, sosyal medyada haya yerle bir. Ne kız çocukları utanmayı öğreniyor ne oğlan çocukları saygıyı. Çünkü utanmak bile artık özgüven eksikliği olarak öğretiliyor. Oysa utanmak, insanın içinden gelen ahlaki bir frendi. O fren patladı, insanlık yokuş aşağı kayıyor.
- Dini Bilgi Değil, Dini Tüketim Aracı Oldu
Hafız namaz, hoca dua bilmiyor
İslam’ın şartını sorsan birine
Dudak durur, dili sayabilmiyor…
Din artık birçokları için bir yaşam tarzı değil, kimlik süsü oldu. Bilgi derinliği kayboldu, yerini şekilcilik aldı. Kur’an evde var ama kapağı açılmıyor. Namaz kılınıyor ama ticaret kul hakkına batmış. Dualar ediliyor ama yürekte kin eksik olmuyor. Çünkü dindarlık gösteri nesnesine dönüştü.
Eskiden iman, ekmekle birlikte sofradaydı. Şimdi şatafatlı masalarda şükür duası ediliyor ama arka odada israf diz boyu. Söz var ama öz kayıp. Tesettür var ama haya yok. Namaz var ama ahlak yok.
- Sofrada Bereket Değil, Gösteriş Aranıyor
Bismillah’sız el atıyor ekmeğe
Sofrası boş, karnı doyabilmiyor…
Bereket, sadece bolluk değildir. Bazen bir kuru ekmek, sofrada huzurla bölüşülürse ziyafettir. Ama şimdi, altı çeşit yemek masaya dizilir, aile bireyleri telefonlarına gömülür, dua unutulur. Ne yediğimizin değil, nasıl yediğimizin farkında değiliz. Bismillah’ı unuttuk. Elhamdülillah’ı lügatimizden sildik.
Bugün çocuklarımız, şükretmeyi değil, daha iyisini istemeyi öğreniyor. Böylece hiçbir şeyle tatmin olmayan bir nesil doğuyor. Sofrası dolu ama karnı doymaz hâle geliyor.
Sonuç itibariyle şimdi biz neredeyiz ve ne yapmalıyız? Sorusuna birlikte cevap arayalım!..
Bu inceleme ve araştırma yazımızla kimseyi suçlamak için değil, birbirimizi uyandırmak için yazdım. Çünkü hepimiz bu bozulmanın bir yerinden sorumluyuz. Kimi susarak, kimi görmezden gelerek, kimi bizzat yaşayarak.
Artık uyanma zamanı gelmedi mi?
Şükür yeniden öğrenilmeli. Sadece söylemde değil, davranışta yaşanmalı. Kanaat, bir eksiklik değil; en büyük zenginliktir, bunu çocuklarımıza anlatmalıyız. Haya ve mahremiyet yeniden inşa edilmeli. Din gösteri değil, öz olmalı. Bilgiyle, içtenlikle ve sadakatle yaşanmalı. Sofralar sadece yemek yeme yeri değil; dua, şükür ve muhabbetin mekânı olmalı.
Paylaşılması Gereken Bir Sorumluluk
Bu inceleme ve araştırma yazımız bir farkındalık çağrısıdır. Eğer bu satırlar seni bir an bile düşündürdüyse, bu mesajın yayılması için bir adım da sen at. Çünkü bir milletin kurtuluşu, önce kendi içini temizlemesiyle başlar.
Unutma!
Şşükürsüz toplum geleceksizdir.
Kanaatsiz toplum dertsiz değil, felaketsiz olmaz.
Ve hayasız toplum yıkılmaya mahkûmdur.